FTA’nin değerli üyesi Prof. Dr. Selahattin Kıyan’nın www.medikritik.com sayfasında yayınlanan yazı dizisinin ilkini sizlerle paylaşıyoruz.
1. Öykü: Beni kim hasta etti? Genetiğim nedeniyle aileme, beni tedavi edemeyen hekim arkadaşlarıma, doktor olduğum için kendime ve tümden tıp bilimine kızgındım…
Tıp fakültesinin ilk gününden bu yana tıp bilimini derinden kavramak, hastalarıma net ve etkin tedaviler uygulamak, güncel kalmak için çok büyük bir çaba sarf ettim. Net ve etkin olmanın yanı sıra kanıta dayalı tedavilerle en başta yaşatabilmek için ölümle kalım arasında gri bir alan olan, doğumunda ölümünde birlikte yaşandığı acil servislerde çalışma şansına sahip olacağım için acil tıp uzmanlığını seçtim. Hastalıklar ve hastalar konusunda güncel tıbbı takip ettim. Her gün onlarca bilgi sahibi olup hastalarımıza yardımcı oldum ve hastalarımıza yardımcı olacak onlarca acil tıp uzmanı eğittim. Bugün büyük aşkım, acil tıpla olan ilişkim Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi acil kliniğinde devam etmektedir. En az acil tıp kadar hatta son dönemlerde acil tıptan çok daha fazla hayatımda yer edinmiş ve başta kendim olmak üzere birçok hastama da çare olan fonksiyonel tıpla ilgili öykümü sizlerle paylaşmak istiyorum.
‘Fonksiyonel tıp nedir?’ sorusunu yanıtlamadan önce ilk olarak sizlere doktor olmama ve her branştan çok yetenekli birçok farklı branş uzmanı dostum olmasına rağmen kendimi nasıl tedavi edemediğimi anlatacağım. Bu öyküyü dinledikten sonra fonksiyonel tıbbın önemini sizlere daha rahat anlatabileceğimi düşünüyorum.
Acil servislerde, güncel ve kanıta dayalı tıbbi bilgi sayesinde etkili ve sonuç veren tanı araçları ve tedavileri kullanmaktayız. Bu tedavilerle birlikte diğer branş alanlarından uzman arkadaşlarımızla acil tedavi konusunda oldukça başarılıyız. Fakat iş kronik hastalıklara gelince her türlü olanaklara, milyon dolarlık tanı araçlarına, milyar dolarlık ilaç piyasasına sahip günümüz tıbbının birçok konuda çaresiz kaldığını görmekteyiz. Bu çaresizlikleri yaşayanlardan birisi de şahsımdı. Şimdi size kendimi nasıl hasta ettiğimi ve diğer branş uzmanı çok değerli hekim arkadaşlarımla birlikte kendimi nasıl tedavi edemediğimizin öyküsü anlatayım.
Yıllar içerisinde ağır ve stresli acil servis şartlarında çalışmaların, nöbetlerde uykusuz kalmanın, stresli akademik ortamın, ayakta kalabilmek için içilen kahvelerin, kahvelerin yanında tüketilen onlarca sigaranın, gece koşullarında sık sık yenilen fast food yiyeceklerin ve yanında içilen gazlı içeceklerin, nöbet ve hayat yorgunu olarak kendime hak gördüğüm sedanter ve spordan uzak yaşantımın, pro-inflamatuvar beslenmenin yıllar içerisinde tarafıma hediyesi; Tip 2 Şeker hastalığı, orta-ileri safhada yağlı bir karaciğer, yüksek trigliserit (220 mg/dl) yüksek kolesterol (LDL: 179 mg/dl), artmış kardiyovaküler risk, astım, bolca alınmış ve verilemeyen kilolar, sık sık geçirilen üst solunum yolu enfeksiyonları, aylarca geçmeyen viral bronşit atakları, geçirgen bağırsak ve en sonunda da gezici artrit atakları olmuştu. Ben tabi o zamanlar bu sonuçların saydığım nedenlere bağlı olduğunu bilmiyordum. Ne kadar garip değil mi kaç yıldır hekimlik yapıyordum akademik olarak gelebileceğim en son nokta olan profesörlüğe kadar yükselmiştim ama gelin görün ki bu nedenlerle hastalıklarım arasında ki sonuç ilişkisini kuramıyordum. Hastalıkların ortak kaynaklarını saptayamıyor, birbirleriyle olan ilişkilerini çözemiyordum. Ve aslında en çok beni üzende o kadar hastaya yardımcı olmama hatta birçoğunun direkt hayatını kurtarmama rağmen kendime çözüm bulamayışımdı.
2013 yılıydı kan şekerim 108 mg/dl, açlık insülin değerim 45 (bu bir rekordu) ve HBA1c % 6,2 saptandı. Bunun üzerine koştur koştur endokrin polikliniğinden randevu aldım ve değerlendirme sonucunda metformin tablet, biraz spor yap, yağlı yeme, kibrit kutusu kadar peynir, şu kadar zeytin ve tabii ki hipoglisemi yaşamamam için sık sık yemem gerektiğinin söylendiği bir diyet önerisiyle gönderildim. Aklımda deli sorularla beraber tuttum evimin yolunu.
Moralim alt üst olmuştu henüz otuzlu yaşlarda şeker hastası olmuştum. Hemen spor yapmalıydım, verilen diyete önem vermeliydim, yağlı yememeliydim. Spora başlayacaktım ama nasıl ve ne tür bir spor yapacaktım. Kimse her hangi bir öneride bulunmamıştı. Koşu mu yapmalıydım, yüzmeye mi gitmeliydim yoksa ağırlık mı çalışmalıydım. Yoksa sabah akşam 30 dakikalık yürüyüş yeterli miydi?
Yağlı yeme denmişti ama bana göre ben zaten yağlı yemiyordum. Bolca protein alıyordum. Bildiğim kadarıyla protein zararlı değildi, karbonhidratlar, özelliklede ekmek zararlıydı ve ben yıllardır doğru dürüst ekmek yemiyordum. Herhalde bu şeker, kolesterol ve trigliserit aile mirasımdı diye düşünmeye başlamıştım. Çünkü ben bana göre yemek konusunda sağlıksız beslenmiyordum. Yağ yeme derken birileri, diğer birileri de kolesterol zararlı değil, et ye, tereyağı ye, sakatat ye deyip duruyordu televizyonlarda, acaba hangisi doğruydu. Bir Adanalı olarak çok düşünmeme gerek kalmamıştı hemen ikincisinin doğru olduğuna kendimi inandırdım ve önerilen besinleri bolca yedim.
Bu zaman zarfında ben de dahil hiç kimse uyku düzenime, stres düzeyime, bağırsak sağlığıma, mitokondrilerimin düzgün çalışıp çalışmadığına, savunma sistemimin ne durumda olduğuna, spor yapıp yapmadığıma, en basitinden günde kaç defa kahve içtiğime bile takılmamıştı. Zaten bunlar günümüz tıbbı için gerekli bilgiler değildi. Ayrıca bunlar yararlı ve önemli bilgiler olsaydı tıp fakültesinde bizlere öğretilirdi. Bilinmesi gerekenler karaciğer için ultrason raporu, aralıklı istenilecek ve tedavi edilecek kan değerleri, istenecek ek konsültasyonlar ve konsültanların isteyecekleri ek tetkikler, yeni tedavi edilecek tetkik değerleri ve bu kısır döngü sonucunda ne ilaç yazılacağına takılıp kalmıştı.
Bana spor yap denilmişti ve iyi bir hasta olarak hemen spora başladım. En iyisi yüzeyim dedim. Buna bir de koşu eklersem değme gitsin eskisi gibi 3 ayda tüm kilolarımı veririm sanıyordum. Nasıl olsa sporsa spor, bir kibrit kutusu peynirse peynirdi, doktorum önermişti ve başarılı bir endokrin uzmanıydı, yanılmış olamazdı. Ben spor yapmaya ve dozunu arttırmama rağmen topu topu dört ayda dört kilo verebilmiştim. Bunda başlanan metformininde etkisinin büyük olduğunu biliyordum. Çünkü spor arttıkça özellikle akşam yemek miktarı da artıyordu. Bana ne yemeyeceğim söylenmemişti, hangi saatlerde yememem gerektiği söylenmemişti bende her türlü bana göre zararsız olan yiyeceği yemeye devam ediyordum. Büyük meyve porsiyonları, kavrulmuş çerezler, gece geç saatlerde atıştırmalıklar ama az miktarda yiyordum ne zararı olabilirdi ki.
2015 yılında arttırdığım spor dozu ve pek de değişmeyen kilomla (95 kg) koşu yaparken ani ve şiddetli bir sağ baldır ağrısıyla yere yığıldım. Acil çekilen MR’ da uzunlamasına 17 cm’lik ve yanlamasına 5 cm’lik iki adet kas yırtığı saptandı. Benim için 4 aylık hareketsiz dönem başlamıştı. Bu sürede verdiğim kiloları fazlasıyla geri almıştım. Tamamen ayağa kalkıp aktif yaşama geçtiğimde artık 102 kiloydum. Kan şekerim, HbA1c ve kan yağlarımda değişiklik yoktu. Sadece insülin düzeyim 20 seviyesine inmişti. Herkesin yapacağı gibi pek de değişiklik yapmadan eski sporsuz hayatıma ve yeme alışkanlıklarıma döndüm, hayatıma devam ettim.
2016 yılında bir yemek esnasında sağ dizim aniden şişti. Çekilen MR’da sağ dizde efüzyon (sıvı toplanması) saptandı. Acilen romatolojiden randevu alıp gittim. Yaklaşık 12 tüp kan alındı ve böylece çok çok ileri tetkik edildim. Sonuç yoktu. Tanı seronegatif artritti ve ürik asidim 9, 2 olduğu için atipik gutta olabilirdi. Tedavi 6 ay ağrı kesici ve ödem sökücü (kolşisin) ve ürik asit düzeyini düşüren bir ilaç (allopurinol) kullanımı önerildi. Eğer ataklar tam tedavi olmazsa steroid ve daha ileri baskılayıcı tedaviler sırasını bekliyordu. Bu ilaçların hepsinin yazılı olduğu raporlarım vardı artık ama hastalığımın adı yoktu. İşin kötüsü başka bir öneri de yoktu. Aynı eklem şişliğini aslında ben 2013 yılında hiçbir neden yokken sağ el bileğimde de yaşamıştım. Ben o zamanlar bu efüzyonu aşırı kullanma, üzerine yatma gibi çok da tıbbi olmayacak nedenler bularak geçiştirmiştim. Nasıl olsa ağrı kesicilere yanıt veriyor ve en geç üç haftada geçiyorlardı. Acaba bu sıvı toplamaları gerçekten bende gizli kalmış bir romatolojik rahatsızlığa mı işaret ediyordu? Bir kez daha moralim allak bullak olmuştu ve yine çözüm yoktu.
2017 yılında sol ayak bileğim şişti. Bunu sağ kas yırtığım nedeniyle sol ayak bileğinin aşırı yüklenmesi ve kullanılmasına çok çabucak bağladık ortopedist arkadaşımla. Biz doktorduk bu tür hastalıklar bize yakışmazdı ve gerçekten de kendimize yakıştırmadık bu hastalıkları. Bu dönemde bana birisi gelip bu şikayetlerin glüten hassasiyeti ve geçirgen bağırsağa bağlı olabilir deseydi sanırım bu kişinin aklından zoru var derdim ve hızlıca yanından uzaklaşırdım.
Hastalığım ağlarını örmeye devam ediyordu. 2018 yılında şiddetli bel ağrıları yaşamam nedeniyle çektirdiğim bel MR’ında bel fıtığım yoktu ama gelin görün ki sakroiliak (kuyruk sokumu bölgesi) eklemimde sıvı toplaması oluşmuştu. Yavaş yavaş romatolojik hastalığım kendini tamamlıyordu. Herhalde romatoloji artık bir tanı koyabilecekti. Ama tanı yine seronegatif artrit ve tedavi yine kolşisindi. Belki biraz daha beklersek ve ben kendimi zorlamaya devam edersem ankilozan spondilit tanısına nail olabilecektim! Bu ataklar üç veya dört haftada tedavi oluyor fakat bir zaman sonra yine nüks ediyordu. 2019 yılında yeni bir eklem tutulumu daha meydana geldi bu sefer sağ ayak baş parmak eklemi tutulmuştu. Artık yeni bir tanı daha konuldu, o da guttu. Zaten bu kadar et yersen olacağı buydu diyordu yakın çevrem.
Aktif acil servis çalışmalarım, nöbetlerim, meslek hayatım, sosyal hayatım, gündelik hayatım alt üst olmuştu ve ben sağlık durumu nedeniyle depresyonun eşiğindeydim. Mensubu olduğum tıp, ileri tıp, harika tıp ve doktor olan ben, bana çare olamıyordum. Herkese kızgındım başta kendime, hekim arkadaşlarıma, genetik olarak hastalıkları bana geçirdiğine inandığım aileme ve bana çözüm bulamayan tıp bilimine. Aklımda tek bir soru vardı beni kim veya ne hasta etmişti ve neden kimse buna çözüm olamıyordu.
Obezite, metabolik sendrom, gezici artrit ataklarım, astım ve gut tanılarım ve elimde raporlarımla, şikayetleri geçici olarak azaltan semptom giderici “tedavi”lerim ve ben baş başa her ay 5 poliklinik dolaşıp duruyorduk ta ki ben fonksiyonel tıpla tanışana kadar…
Kaynak: www.medikritik.com