Herhangi birine kilo verdirmek istiyorsanız, rafine karbonhidrat alımını kısıtlayıp egzersizi biraz
artırmaya ikna ederseniz, eğer hormonlar gizli gizli çelme takmıyorsa büyük olasılıkla başarırsınız. Hasta baskül üzerinde daha az “çekecektir”. Bu esnada hastanın organizmasında olup biten süreçlerin sağlıklı olup olmadığı ise tamamen ayrı bir konu. Bir organizmaya bu biçimde müdahale etmeden önce, bütüncül bir yönetime gayret etmezsek, kaybedilen kilolar bize ne sağlık getirecek, ne de kalıcı olacaktır.
Aç kalarak yağlarınızı erittiğinizde, eriyen yağlarınızla birlikte kana karışan toksinleri etkin biçimde anında detoksifiye ettiğinizden emin olmanız gerek. Açlık esnasında detoksifikasyon işlemleri için gereken ham maddeleri yeterli miktarda almak ve açlığın doğal sonucu olan kabızlığın toksin atımı ile bağdaşmayacağını unutmamak çok önemli.
2016 yılında değerli, çok tanınan ve sevilen bir iş adamını, mide küçültme ameliyatı sonrasında 4 ayda 40 kg verdikten sonra, gazetelerde öğrendiğimize göre koşma bandında egzersiz sırasında geçirdiği kalp krizi sonucunda kaybettik. Peki, bu çok önemli kişinin “check-up”ları yapılmıyor muydu dersiniz? Bu düzeydeki birinde kalp damarlarında “tıkanıklık” vardı da “en son teknoloji” koroner tomografilerde nasıl olup da görülmemişti? Ne olup bitmiş olabilirdi? Önce bir-iki çalışmanın bulgularını incelersek, temelde Kardiyometabolik adındaki bölümde bahsedeceğimiz bu konuda şimdilik bir fikir yürütmemize yardımcı olacaktır.
Sizin için şaşırtıcı olabilir, ama: En az ciddi kilo almak kadar, hatta ondan daha fazla, ciddi kilo vermenin de kalp krizi başta olmak üzere mortaliteyi artırdığına dair çok sayıda sağlam çalışmalar var! (Andres R, Long-term effects of change in body weight on all-cause mortality: A review, Ann Intern Med 1993) 11 değişik ülkede yapılan 13 populasyon çalışmasını birleştiren bir incelemede, kayda değer kilo alanlar kadar verenlerin de mortalitesi yüksek bulunmuş. %10’luk bir kiloyu verip geri almakla zaman geçiren kişilerin mortalitesi de %50 fazla bulunmuş. Zayıflamak iyi bir şey değil miydi, neler olup bitiyor?
Dilerseniz taa 1977 yılında Japonya’da yapılmış bir deneysel hayvan çalışması bize ne söylüyor, ya da ne söylemiş de biz pek oralı olmamışız, bir bakalım (Ohmiya O, Effect on starvation on excretion, disribution, and metabolism of DDT in mice, Tohoku J Exp Med 1977) Bu çalışmada farelere radyoaktif karbon ile işaretlenmiş DDT tek doz olarak verildikten sonra, bir fare grubu normal beslenmeye devam ederken diğer grup 8 gün boyunca aç bırakılarak zayıflatılmış. Bu süre sonunda hayvanların hem kan, hem tüm organlarındaki DDT konsantrasyonları, hem de bu süre zarfında idrar ve dışkılarında atılan DDT miktarı da ölçülmüş. Görülen şey şu: Aç kalıp zayıflayan hayvanların yalnız kanında değil, iskelet kası hariç tüm organlarında (kalp, karaciğer, böbrek, beyin, yağ dokusu) DDT yoğunluğu belirgin olarak yükselmiş. DDT yoğunluğunun en belirgin arttığı organ ise beyin olmuş: Zayıflama sonrasında beyin dokusundaki DDT miktarı %700 artmış!
Yani ne olmuş? Fareler aç kalarak yağları eridiğinde, bu yağlardan açığa çıkarak kana karışan DDT, vücuttan ancak eser miktarda atılabilmiş. Peki nereye gitmiş? Tabii ki vücutta başka nerede yağ varsa oraya! Şk.116 Tabloya dikkat ettiyseniz, cilt altı yağ dokusundaki DDT yoğunluğu da artmış. Çünkü toplam yağ miktarı azalınca, aynı miktar DDT, geride kalan yağda yoğunlaşmış. Doğal olarak da, yağdan zengin diğer organları ihmal etmemiş: Başta beyin olmak üzere kalp, karaciğer, böbrek gibi yaşamsal önemde organlar. Kilo fazlası olan biri, bunu bir tür basen, göbek ve gerdan sorunu olarak görebilir, bu doğaldır.
Birçok “detoks merkezinde” bilinçsizce aç kalarak uygulanan detoks programları görüyoruz. Bilinçsiz açlık diyetleri, sebze suyundan ibaret diyetler, açlığa genelde eşlik eden kabızlık nedeni ile eliminasyonun da azalması ile birlikte, sistemik toksisiteyi artırır. Ancak karaciğeri ortaya çıkan toksinlerden kurtulma konusunuda desteklemeden yani; iyi bir protein girişi ve protein sindirimi olmadan, yani gerekli amino asitler, mineral ve destekler sağlanmadan, glutatyon sentezi ve rejenerasyonu desteklenmeden, iyi seçilmiş fitobesin desteği olmadan “detoks” yapmanın ne anlama geleceği hakkında fikir veriyor. “Kilo vermekte olan biri neden xenotoksin yükü altında olsun ki?” diye düşünüyorsanız, şimdi sorunuzu yanıtlamanın zamanı.
Obeziteye yaklaşımın sağlık tarafında olan bizlerin, zayıflama “programlarının” hedefini “haftada 2 kilo, ayda 6 kilo” türünde kantar ölçümlerine sabitlemesi, fazla kilonun -ve bilinçsiz kilo vermenin sağlıkla ilişkisini koparması ise, hiç doğal değil.
Şu net: Kilo alıyorsanız veya kilo veriyorsanız, toksinlerle oynuyorsunuz demektir. Bu toksinlerin vücudumuzda immün sistemden tutun endokrin sisteme kadar birçok sistemimizde direkt etkileri var. Obeziteye müdahale edeceksek bu yalnızca öğün zamanlaması, içeriği ve glisemik yükü ile ilişkili olmamalı: İnflamasyonu azaltmak, mitokondrial fonksiyonu ve redox sistemi dengelemek, toksinlere zayıflarken zaten çok artan- maruziyeti azaltıp detoksifikasyonu desteklemek, stresi azaltarak otonom sistemi dengelemek, uyku sorunlarını gidermek ve fitobesin çeşitliliğini artırmak gibi bütüncül bir sağlık müdahalesi yürütülmesi gerekir. Aksi halde ya kısa zamanda kilolar geri alınacak, sonra tekrar verilecek ve bu da her tekrarlayışta yağlardan beyne, karaciğere ve böbreğe toksinleri mobilize edecek, ya da kilo vermenin yüksek mortalite ile ilişkisine dair var olan çok sayıda literatürün kayda geçmemiş bir örneği olmayı riske edeceğiz.
Bunları okuduktan sonra, epidemiyolojik ve kohort çalışmalarında ciddi miktarda kilo verenlerde
mortalitenin arttığına ilişkin bahsettiğimiz çalışmalar, artık pek sürpriz gelmiyor olmalı. Bu, kilo vermek
sağlıksız anlamına mı geliyor? Tabii ki hayır. Ancak vücutta kötü huylu bir endokrin organ gibi çalışan yağ dokumuzdan kurtulurken detoksifikasyon yönünde bilinçli tedbir almazsak neden ciddi riskler de aldığımızı açıkça gösteriyor. Uzun vadede başta beyin ve kalp olmak üzere sorunlar yaşayabileceğimizi
ortaya koyuyor.